Her şehrin kendine özgü bir havası vardır, her biri insana ayrı bir duygu katar. Öyle şehirler var ki dünyada; bulunduğunuz sürece ruhunuzu dinlendirir, oysa kimisi sabahlara kadar eğlence demektir, bazısı mutluluk, bir diğeri ise hüzün barındırmaktadır içinde. Kimisi de vardır ki aşk doludur, bazısının da her yerinden sanat fışkırmaktadır.
Dünyada aşk ve sanatın içiçe geçmiş olduğu bir şehir vardır ki o da Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’dır. Vltava nehrinin iki yakasını kucaklamış bir masal şehridir Prag. 2005 senesinin yazında iş sebebiyle gidip iki ay kaldığım, yaşadığım, her adımımda tarihi ve sanatı kokladığım bu şehri bugün hala aynı şekilde özlemekte olmamın nedenleri vardır elbette, bu da bu şehrin Prag olmasından ileri gelmektedir.
Daha ilk haftadan gittiğim müzikalde söylenen şarkının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulamışlığımın anlamsızlığını keşfettim sonradan. Şöyle diyordu şarkıda: “Prague is the city of love”. Evet orada yaşamış biri olarak bugün ben de kesinlikle katılıyorum bu görüşe. Prag’a aşık olmayan veya Prag’da aşık olmamış biri var mıdır acaba? Bu duyguyu içinize öyle ustaca ve beklenmedik bir şekilde yerleştirir ki, içinizde kopanları siz farkedememişsinizdir bile.
Öyle bir şehirdir ki insana bir aidiyet hissettirir ve sanki orada size ait bir şeyler varmış gibi gelir hep, sürekli size ait olanı bulmak istersiniz. Bu yüzden de bu şehirden ayrılırken geride bir şeyler bırakıyormuşsunuz hissi ile dolarsınız ve birgün mutlaka geri döneceğim diye geçirirsiniz içinizden uçağınızın merdivenlerine doğru yürümekte iken. Havaalanının girişindeki Praha yazısına doğru son kez bakarken ise ileride tekrar buraya geleceğiniz zamanı hayal edip silersiniz gözyaşlarınızı. Daha ayrılmadan özlediğiniz sevgiliniz gibidir Prag, hep içinizdedir ve bir kez tanıdıktan, içinizde yer ettikten sonra da hep sizinle birlikte var olacak olandır.
Goethe’nin de demiş olduğu gibi dünya tacının en güzel mücevheri bu şehirdir. Hem zaten Hitler’in bile vakti zamanında hayran kalıp da burayı bombalatmamasının bir nedeni olmalı öyle değil mi? Gerçekten de ne yana bakarsanız bakın, neresine giderseniz gidin kesinlikle hayran kalacağınız bir kenttir. Yoksa bu kadar çok sanatçının burada kalıp yaşamayı tercih etmiş olması, birbirinden değerli eserlerini burada oluşturmuş olmaları sadece bir tesadüf olurdu. Kimler yaşamamıştır ki bu şehirde? Mozart, Kafka, Kundera...Ayrıca fotoğraf sanatçısı Sudek, ressam Mucha...Bunlar ilk aklıma gelen isimler elbette.
Sanatla o kadar içiçedir ve de sanatı o kadar bünyesinde barındırır ki, herhangi bir sokakta herhangi bir zamanda opera, tiyatro, konser veya bir müzikal için bilet satın alabilirsiniz. Günün hemen her saatinde kültürel bir aktivite vardır, istemeniz yeterlidir zaten, aramanıza ve bulabilmek için uğraşmanıza da gerek yoktur. Peki ya her sene düzenlenen Karlovy Vary film festivaline ne demeli? Kütüphaneleri, galerileri, müzeleri, kafeleri tek tek görülmeye değerdir. Her binanın mimarisi o kadar güzel, o kadar sanat içeriklidir ki her biri bu şehrin güzelliği karşısında insanoğlunun sunduğu adak gibidir adeta.
Charles Köprüsü üzerinde sokak çalgıcılarının ünlü bestekar Antonin Dvorak’ı yad ettikleri; tiyatrolarında kuklaların Mozart’ın o eşsiz operalarını canlandırdıkları, sokaklarında ressamların komik bir portrenizi bir çırpıda kağıda aktardıkları; kısacası Çeklerin çocuksu hayal güçlerini, tüm masumiyetlerini, çekingen yapılarını ve de yaratıcılıklarını, aydın bakış açılarını, kültürel ve geleneksel özelliklerini bizlere yansıtan bir kenttir Prag.
Caz ise bir başka hava katar bu şehre. Vltava üzerinde tıpkı su gibi ama sudan daha hızlı akan teknelerden duyulan caz melodileri bambaşka bir dünyaya doğru yol alış sürecinizi daha da hızlandırır. Hava çok bozuk olmadığı sürece hergün düzenlenen botta caz sefalarında canlı orkestra ve muhteşem manzara eşliğinde yenilen bir akşam yemeğinin keyfini düşünün, bence bu bile bir şehre aşık olmak için yeterli bir sebeptir.
Peki ya zaman? Zamanı unutun burada. Puslu hava, götik yapılar, ortaçağdan kalma şatolar zaman kavramını yitirmenize sebep olur. Arnavut kaldırımlarında yürürken mazot kokularının varlığından o kadar sıyrılmışsınızdır ki her an köşe başından çıkabilecek bir at arabası veya filmlerde gördüğümüz kabarık elbiseli, şirin boneli küçük kızlar beklersiniz. Zaman belirsiz olandır bu kentte, böyle bir kavram düşünülmez, zaten o kadar ilginçtir ki zaman çok yavaş akar Prag’da. Düşük tansiyonlu bir şehirdir; telaşsız, sakin, yaşlıdır o, bilgedir, sürekli düşünen ve olgun olandır. Milan Kundera da Prag için Hüznün Kenti demiyor mu zaten? Hüzün kokan bu şehir sizi de hüznünün içine çekiverir apansızın. İçinizdeki fırtınaları dindirmez o, aksine daha da arttırır. İşte bu noktada içindekileri bırakmak ister insan, bekleyemez. Kişi eğer ressam ise fırçasına, yazarsa şayet kalemine, şair ise şiirlerine, müzisyen ise notalarına sığınır hemen. Nazım da işte bu şekilde vatan hasretiyle dolup taşmaktayken, yüreği delik deşik iken şiirler yazmıştır bu şehirde, o da dökmüştür içindekileri, duygularını aktarmıştır kağıtlara ve ebediyete teslim etmiştir düşüncelerini her nesil okusun, onu hep hatırlasın diye. Özlemle seslenmiştir uzaklardaki karısına ve biricik oğluna, en önemlisi de bir daha hiç göremeyeceği memleketine doğru haykırmıştır sözcüklerini en derinden.
Bana göre Prag gece şık bir restoranda kırmızı şarabını yudumlamakta olan orta yaşlarını geride bırakmakta ama hala çok güzel ve alımlı bir kadın gibidir. Cazibesinin farkında, yılların birikimini ve getirdiklerini üzerinde taşıyan, bir parça da olsa hüzünlü ama yenilmemiş, geçmişini bugüne taşıyabilmiş, geleceğe hazır ve başkalarına da değerini, farklılığını hissettirebilen bir kadın. Yalnız ama korkusuz, yeni heyecanlara açık ve hala umutlu. Zaten kadınlar da birer sanat şaheseri değiller midir? O halde siz de ilk fırsatta gidin ve bu kadını keşfedin, o daha fazla heyecanını yitirmeden.
