Wednesday, August 20, 2014

Bu müziği duymak için orada olmalısın...

Ryan Holladay ve Hays Holladay...Hayatlarını müziğe adamış iki erkek kardeş. Fakat, tamamen farklı bir şekilde...

Yaptıkları müzikler asla CDsini alıp da evimde ya da yolda bir yerde dinleyeyim tarzında müzikler değil. Onlar mekana özel müzikler yapıyorlar. Bunu bir uygulama şeklinde size sunuyorlar. Bu uygulama, GPS özelliği ile fiziksel olarak bulunduğunuz mekana özel besteyi dinlemek üzerine konumlandırılmış.

İlk çalışmaları ise ABD'de. Central Park ve The National Mall...Bu müzik mekanla tam anlamıyla bütünleşiyor, geçtiğiniz yerleri daha çok hissetmenizi, gördüklerinizin aklınızda kalmasını ve unutulmaz anılar olarak kalmasını sağlıyor. Orayı eşsiz kılıyor diyebiliriz.

Üretimi oldukça zor olsa da bu müziğin çok geçmeden Türkiye'de de yapılmasını temenni ediyorum. Zira bizim de bu tür duyguları derinlemesine yaşamak isteyeceğimiz yerler var. Fazıl Say'ın bu konuda eşsiz eserler ortaya koyacağına inanıyorum.


F. Scott Fitzgerald'den..

Duyarlı bir yetişkinin doğal hali; diplomalı mutsuzluktur..."



Tuesday, August 12, 2014

Van Gogh dedikleri...

Sarı rengin ressamı. Bir Protestan rahibin oğlu olan Hollanda doğumlu bu ünlü ressam eserlerinde hayatını sorgulamaktadır, bazense isyan etmektedir yaşamına.
Aldığı darbelerdir onu bu kadar ünlü yapmış olan; çünkü Vincent hayattan aldığı darbelere sert fırça darbeleri ile karşılık vermiştir, sessizce haykırmıştır içindekileri tualine. Yaşadıklarının etkisi büyüttükçe içindekileri daha da çok eser çıkarmıştır ortaya, uykusuz kalmak pahasına çalışmıştır o, böylece kendini rahatlatmaya, geçmişte olanları unutmaya çalışmıştır.


Peki bize bu denli güzel sanat eserleri bıraktıracak kadar güçlü olan bu darbeler nelerdir, ne kadar güçlüdürler ki bunlar da bugün hala konuşulmakta, geride bıraktıkları hala incelenmekte olan bu büyük adamı çıkarmışlardır ortaya?

En baştan başlayalım o halde. Vincent henüz 19 yaşında iken ev sahibinin kızından ilk reddini almıştır. Tabi beklemediği bu cevabı duymak içine kapanıklığını, dine bağlılığını arttırmış ve bir misyoner olmasına sebebiyet vermiştir. Belçika’da fakir bir madenci kasabasına misyoner olarak yerleşmiş, buradaki madencilerin kötü hayat şartlarından çok etkilenmiş ve onlarla daha iyi iletişim kurabilmek adına kendisi de bu kötü koşullar altında yaşamaya başlamıştır. Bu tavrı kilise tarafından hoş karşılanmayınca hayatındaki ikinci darbeyi çok severek ve delice bir inançla bağlandığı bu kurumdan almıştır. Rahiplik mesleğine de son verilince kardeşi Theo’nun tavsiyesi üzerine resim kariyeri yapmak için güzel sanatlar okuluna başvurmuş, nedendir bilinmez bu kararından da vazgeçerek ailesinin yanına geri dönmüştür.

Etten’de ailesinin yanında sürekli resim sanatı üzerine yazılmış olan kitaplar okumuş ve sık sık resim yapmıştır. Hayatındaki üçüncü darbeyi de burada, kendisinden yedi yaş büyük olan kuzeninden almıştır. Çok hoşlandığı kuzeni de onu reddetmiştir işte, üstelik o kadar ısrarlarına, yakarmalarına rağmen gene reddedilmiştir. Bunun üzerine de evinden ayrılmış ve Lahey’e yerleşmiştir.

Hayatındaki dördüncü darbenin çok yakında olduğunu bilemeden Lahey’li ressam Mauve ile yaşamaya başlamıştır. Bir süre sonra Mauve, Van Gogh’la arasına derin bir mesafe koymuştur bile. Bu mesafenin Vincent’e göre nedeni Vincent’in bu evde bir fahişe ile beraber yaşamaya başlamış ve üstelik de kadının beş yaşındaki çocuğuna da bakıyor oluşudur. Ailesinin de ısrarları sonucunda bu kadını bırakan Vincent baba ocağına tekrar geri dönmüştür.

Bundan sonraki ilişkisi de ailesi tarafından onaylanmamış, sonrasında da onu derin üzüntüye iten ve hayatındaki beşinci darbesi olan babasının ölümü gerçekleşmiştir.

O sıralarda karanlık renkler kullanarak ürettiği tablolarının fazla satılmadığından kardeşi Theo’ya bahsettiğinde daha parlak renkli tablolar üretirse daha çok satabileceği cevabını almış ve bu tavsiyeye uyarak canlı renklere bir geçiş yapmıştır. Bu da muhteşem Van Gogh sarısı çağının başlangıcı demektir aslında. Ancak kardeşinden gelen paranın çoğunu resim malzemelerine ve modellere; kalan kısmını ise kahve, sigara ve absinte harcadığından sağlığı oldukça kötü duruma gitmiştir ve Vincent de en sonunda çareyi Paris’e giderek Theo ile beraber yaşamakta bulmuştur. Burada da ressam Gauguin ile tanışmıştır ve bazı eserlerini değiş tokuş etmişler, sağlam bir arkadaşlık kurmuşlardır.




Bir müddet sonra Gauguin ve Van Gogh Güney Fransa’da Van Gogh’un meşhur Sarı Ev’inde yaşamaya başlamışlar, beraber resim üzerine pek çok çalışmalar yapmışlar, farklı resim tekniklerini incelemişlerdir. Tabi bu incelemeler sırasında resim teknikleri üzerine uzun tartışmalar da yapmışlardır ve bu tartışmalar bir zaman sonra o kadar büyük boyutlara ulaşmıştır ki hayatında birçok darbe yaşamış olan Van Gogh, Gauguin’in birgün kendisini terkedeceğine dair bir korkuya kapılmıştır. Gauguin bir gece yine bir kavga sonucu hışımla evden çıktığında korkan ve nöbet geçiren Vincent sol kulağının alt kısmını kesmiş ve bunu bir beze sarmış, bezi de götürüp bir fahişeye vermiştir, sonrasında ise yerde baygın halde yatarken bulunmuştur. Gauguin bu durumdan sonra bir daha kendisiyle hiç görüşmemiştir. Bu da Vincent’in hayatındaki altıncı darbe olmuştur.

Taburcu olduktan sonra döndüğü sarı evde gördüğü halüsinasyonlar ve geçirdiği nöbetler sonucu hastaneye tekrar kaldırılmış, bir müddet sonra ise iyileştiği konusunda ısrarcı olup sarı eve geri dönmek istemiştir. Yedinci darbe de endişeli kasabalılardan gelmiş ve onun akıl hastanesinde kalmasını istemişlerdir. O çok sevdiği sarı evine dönememesi ise hayatındaki son darbesi olmuştur.

Akıl hastanesinde resimlerini yapmaya devam etmiştir, sarı rengi tüm resimlerinde kullanmaktadır hala. Hastanede iken ünlenmeye başlamıştır ve dışarıda kendisinden dahi diye bahsedilmektedir artık. Paris yakınlarında bir doktorun gözetimi altında iken çalışmalarına devam etmiş, kardeşine ruhsal durumunun gayet iyi olduğunu belirten son mektubunu yazdıktan sonra birgün tarlada yürüyüşe çıktığında kendisini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Hayattan aldığı darbelere karşı, kendisine gelecek ve beklenen son darbenin kendi ellerinden olmasını istemiştir belki de.

Ölürken de başucundaki Theo’ya şöyle fısıldamıştır zaten “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer”

Bir mutsuzluk öyküsüdür Van Gogh’un hayatı. Ama o gene de sarı renkle donatmıştır tablolarını, içindeki umudunu yansıtmıştır tuallerine. Her ne kadar kimileri Vincent’in sarı renge bu kadar düşkün olmasını, özellikle de son yıllarında tablolarında sarı rengi ağırlıklı olarak kullanıyor oluşunun nedenini onun ruhsal bozukluğuna bağlıyor, sarı rengin hilekarlık, ihanet ve depresyonu simgelediğini vurguluyor olsalar da ben bu suçlamaların doğruluğunu kabul etmiyorum açıkçası. Eğer bunlar doğru olsaydı içimizi ısıtan, dünyamızı aydınlatan güneş sarı olmazdı bir kere, bu renk insana içten içe bir mutluluk sunamazdı.

Zaten Vincent de içinde kopan fırtınaları sarı renk kullanarak değil de sert fırça darbeleri ile haykırmıştır tüm dünyaya, öyle duyurabilmiştir yaşadıklarını, derin kederini. Hayattan aldığı tüm darbeleri bu şekilde anımsatmaktadır ve de anımsatacaktır insanlara yıllar sonra bile. 

Sanatı Besleyen Şehir

Her şehrin kendine özgü bir havası vardır, her biri insana ayrı bir duygu katar. Öyle şehirler var ki dünyada; bulunduğunuz sürece ruhunuzu dinlendirir, oysa kimisi sabahlara kadar eğlence demektir, bazısı mutluluk, bir diğeri ise hüzün barındırmaktadır içinde. Kimisi de vardır ki aşk doludur, bazısının da her yerinden sanat fışkırmaktadır.

Dünyada  aşk ve sanatın içiçe geçmiş olduğu bir şehir vardır ki o da Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’dır. Vltava nehrinin iki yakasını kucaklamış bir masal şehridir Prag. 2005 senesinin yazında iş sebebiyle gidip iki ay kaldığım, yaşadığım, her adımımda tarihi ve sanatı kokladığım bu şehri bugün hala aynı şekilde özlemekte olmamın nedenleri vardır elbette, bu da bu şehrin Prag olmasından ileri gelmektedir.


Daha ilk haftadan gittiğim müzikalde söylenen şarkının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulamışlığımın anlamsızlığını keşfettim sonradan. Şöyle diyordu şarkıda: “Prague is the city of love”. Evet orada yaşamış biri olarak bugün ben de kesinlikle katılıyorum bu görüşe. Prag’a aşık olmayan veya Prag’da aşık olmamış biri var mıdır acaba? Bu duyguyu içinize öyle ustaca ve beklenmedik bir şekilde yerleştirir ki, içinizde kopanları siz farkedememişsinizdir bile.

Öyle bir şehirdir ki insana bir aidiyet hissettirir ve sanki orada size ait bir şeyler varmış gibi gelir hep, sürekli size ait olanı bulmak istersiniz. Bu yüzden de bu şehirden ayrılırken geride bir şeyler bırakıyormuşsunuz hissi ile dolarsınız ve birgün mutlaka geri döneceğim diye geçirirsiniz içinizden uçağınızın merdivenlerine doğru yürümekte iken. Havaalanının girişindeki Praha yazısına doğru son kez bakarken ise ileride tekrar buraya geleceğiniz zamanı hayal edip silersiniz gözyaşlarınızı. Daha ayrılmadan özlediğiniz sevgiliniz gibidir Prag, hep içinizdedir ve bir kez tanıdıktan, içinizde yer ettikten sonra da hep sizinle birlikte var olacak olandır.

Goethe’nin de demiş olduğu gibi dünya tacının en güzel mücevheri bu şehirdir. Hem zaten Hitler’in bile vakti zamanında hayran kalıp da burayı bombalatmamasının bir nedeni olmalı öyle değil mi? Gerçekten de ne yana bakarsanız bakın, neresine giderseniz gidin kesinlikle hayran kalacağınız bir kenttir. Yoksa bu kadar çok sanatçının burada kalıp yaşamayı tercih etmiş olması, birbirinden değerli eserlerini burada oluşturmuş olmaları sadece bir tesadüf olurdu. Kimler yaşamamıştır ki bu şehirde? Mozart, Kafka, Kundera...Ayrıca fotoğraf sanatçısı Sudek, ressam Mucha...Bunlar ilk aklıma gelen isimler elbette.

Sanatla o kadar içiçedir ve de sanatı o kadar bünyesinde barındırır ki, herhangi bir sokakta herhangi bir zamanda opera, tiyatro, konser veya bir müzikal için bilet satın alabilirsiniz. Günün hemen her saatinde kültürel bir aktivite vardır, istemeniz yeterlidir zaten, aramanıza ve bulabilmek için uğraşmanıza da gerek yoktur. Peki ya her sene düzenlenen Karlovy Vary film festivaline ne demeli? Kütüphaneleri, galerileri, müzeleri, kafeleri tek tek görülmeye değerdir. Her binanın mimarisi o kadar güzel, o kadar sanat içeriklidir ki her biri bu şehrin güzelliği karşısında insanoğlunun sunduğu adak gibidir adeta.

Charles Köprüsü üzerinde sokak çalgıcılarının ünlü bestekar Antonin Dvorak’ı yad ettikleri; tiyatrolarında kuklaların Mozart’ın o eşsiz operalarını canlandırdıkları, sokaklarında ressamların komik bir portrenizi bir çırpıda kağıda aktardıkları; kısacası Çeklerin çocuksu hayal güçlerini, tüm masumiyetlerini, çekingen yapılarını ve de yaratıcılıklarını, aydın bakış açılarını, kültürel ve geleneksel özelliklerini bizlere yansıtan bir kenttir Prag.

Caz ise bir başka hava katar bu şehre. Vltava üzerinde tıpkı su gibi ama sudan daha hızlı akan teknelerden duyulan caz melodileri bambaşka bir dünyaya doğru yol alış sürecinizi daha da hızlandırır. Hava çok bozuk olmadığı sürece hergün düzenlenen botta caz sefalarında canlı orkestra ve muhteşem manzara eşliğinde yenilen bir akşam yemeğinin keyfini düşünün, bence bu bile bir şehre aşık olmak için yeterli bir sebeptir.

Peki ya zaman? Zamanı unutun burada. Puslu hava, götik yapılar, ortaçağdan kalma şatolar zaman kavramını yitirmenize sebep olur. Arnavut kaldırımlarında yürürken mazot kokularının varlığından o kadar sıyrılmışsınızdır ki her an köşe başından çıkabilecek bir at arabası veya filmlerde gördüğümüz kabarık elbiseli, şirin boneli küçük kızlar beklersiniz. Zaman belirsiz olandır bu kentte, böyle bir kavram düşünülmez, zaten o kadar ilginçtir ki zaman çok yavaş akar Prag’da. Düşük tansiyonlu bir şehirdir; telaşsız, sakin, yaşlıdır o, bilgedir, sürekli düşünen ve olgun olandır. Milan Kundera da Prag için Hüznün Kenti demiyor mu zaten? Hüzün kokan bu şehir sizi de hüznünün içine çekiverir apansızın. İçinizdeki fırtınaları dindirmez o, aksine daha da arttırır. İşte bu noktada içindekileri bırakmak ister insan, bekleyemez. Kişi eğer ressam ise fırçasına, yazarsa şayet kalemine, şair ise şiirlerine, müzisyen ise notalarına sığınır hemen. Nazım da işte bu şekilde vatan hasretiyle dolup taşmaktayken, yüreği delik deşik iken şiirler yazmıştır bu şehirde, o da dökmüştür içindekileri, duygularını aktarmıştır kağıtlara ve ebediyete teslim etmiştir düşüncelerini her nesil okusun, onu hep hatırlasın diye. Özlemle seslenmiştir uzaklardaki karısına ve biricik oğluna, en önemlisi de bir daha hiç göremeyeceği memleketine doğru haykırmıştır sözcüklerini en derinden.

Bana göre Prag gece şık bir restoranda kırmızı şarabını yudumlamakta olan orta yaşlarını geride bırakmakta ama hala çok güzel ve alımlı bir kadın gibidir. Cazibesinin farkında, yılların birikimini ve getirdiklerini üzerinde taşıyan, bir parça da olsa hüzünlü ama yenilmemiş, geçmişini bugüne taşıyabilmiş, geleceğe hazır ve başkalarına da değerini, farklılığını hissettirebilen bir kadın. Yalnız ama korkusuz, yeni heyecanlara açık ve hala umutlu. Zaten kadınlar da birer sanat şaheseri değiller midir? O halde siz de ilk fırsatta gidin ve bu kadını keşfedin, o daha fazla heyecanını yitirmeden.




Antandros

1 Ağustos günü Altınoluk'a yaptığım ziyarette gittiğim ve gitmekten
son  derece mutluluk duyduğum Altınoluk'un doğusunda yer alan
Kaletaşı Tepesi'nde kurulu antik şehir...

Hava biraz yağmurlu idi, şansımıza oradaki arkeolog arkadaşımız
bizleri kırmadı ve çalışmalarının detaylarını, yaptıkları keşifleri bizlerle
paylaştı.


Bu kentin kazılmasına 2000 yılında başlanmış. Bir gün çiftçilerden
biri zeytin toplamaya giderken yanda görülen mozaiği fark ediyor ve
biraz daha kazmaya çalışıyor. Sonrasında bu kısmı keserek eşine
dostuna göstermek üzere yanına alıyor. Bunu duyan tarihçiler
çok geçmeden bölgeye geliyor ve kapsamlı çalışmalar ise sonrasında
geliyor. Yanda görülen boşluk da çiftçinin kestiği ve çalışmaların
başladığı kısım.

Bu kentin kuruluşu, bazı antik yazarlara göre Troia Savaşı öncesine kadar uzanmaktadır. Burada oldukça büyük bir ev bulunmuş ve evdeki simetrik yapı oldukça dikkat çekici.

İlk odanın her duvarında ev sahibinin zenginliğini de simgeler nitelikte olan ve hizmetçilerini kendisine hizmet ederken gösteren resimler yer almakta. Ortadaki odanın girişinde iki mermer sütun var ve bu da aslında yazın kullanılan ve direkt denizi gören bir konuma sahip.

Nekropolün büyüklüğü göz önünde bulundurulduğu takdirde Truva'dan ve Bergama'dan daha büyük olduğu göze çarpıyor. Kısacası daha ortaya çıkacak çok şey var.

Tek sorun kazıların biraz kaplumbağa hızıyla ilerliyor olması.

Tuvalimdeki Renkler


Tuvalimin olmazsa olmazları:

  • Sarı
  • Beyaz
  • Cyan mavisi
  • Alizarin kırmızısı